![]() |
| Istanbul |
Each day there are headlines about the emerging importance
of Turkey on the world stage. As I write, the Turkish government is showing the
world that it is willing to stand up to the dictatorship in Syria. It stands alone.
The world powers sit on the sidelines while innocent civilians are slaughtered.
The photos show up each day in the media but this is not going to change the
way nations act.
At the moment, it is not in the strategic interest of countries
to get involved. Elections are upcoming, fear of creating instability at home
and abroad, and a myriad of other Machiavellian pragmatic justifications mean
that individuals with names and families and hopes must disappear from the
earth.
The government in Turkey is feared by many both within the
country and without. The secular community that sends students by the thousands
to the US is very suspicious of their motives. But the fact is they are trying
to save lives. They are acting. Sometimes people we are suspicious of do the right
thing, even if we think the reasons are wrong.
![]() |
| Aleppo, Syria |
And sometimes people do the right thing for the right
reasons too. Aylin is one of them. Aylin is a Turkish citizen who
changed my life. I can say this without exaggeration. I first met her when she was a student at St Joseph
high school in Istanbul. She was the top student in the school. Impressive in
every respect.
Luckily she chose to enroll in my University after my visit.
While there she did exceedingly well in the classroom and outside the walls
too. What she did for me was to volunteer her time and her writing skills.
Without any pay, Aylin helped to organize the strategy for me to reach out to students
across Turkey. Her efforts helped to get the name of my school on the lips of
those who could afford to send their children to the States.
But she did more than this. She volunteered to reach out to
all students. She compiled the answers to the frequently asked questions sections
of the international website page. This took a great deal of time and she did a
great job. In fact, the words she wrote are still the words on that website
today.
Now, Aylin is using her words in different ways. She has recently
published a book of short stories in Turkey. She has taken her gift with words
and has found out how to share them with others. Words are often used as
weapons. They can order people killed. Her words bring us into the world she
lives in and imagines for us.
Her work has not yet been translated into English, but I am
getting some volunteers to change that. When the story she has sent to me, her
gift of words again, is ready, I will post it here. I hope this will begin the
process of getting the book published in the US. She could teach us things. She
already has.
![]() |
| Istanbul |
********************************************************************************
I first met Parke Muth in 1997 during a college info
session in Turkey followed by my trip to the U.S. for college tours and
interviews. Later on, I assisted him in the International Admissions Office of
UVa and had the opportunity to know him better. I still remember his
encouraging and open-minded attitude accompanied by an experienced educator’s
vision.
![]() |
| Istanbul |
I want to express a few words about the college
education I got in the U.S and its benefits. For me, the most important aspect was
to realize that college education is not only about academics but also about
developing general skill sets, interpersonal relationships and a perspective
about life considering every personality’s uniqueness. Excelling in a major (or
a couple) is just a small portion of the whole package of seeds we carry with
us after graduating. A college degree is necessary to get a job but is definitely not its only purpose. At the age of eighteen (+-) most students do
not really acknowledge their potential interests and capabilities although
there might be some exceptions. Even some do not have a strong opinion about
their career choices after graduating unless they have studied a very specific
field such as pre-med or pre-law. Once I look back nowadays, I see a broad
range of courses taken (some of them being mandatory) besides my majors, which
gave me the courage to try different jobs/activities/hobbies later on. A very
good example would be a creative writing workshop I participated a few years
ago that led me to publishing my first short story book and adding a ‘writer’s
path to my life along with my professional career.
Aylin Sökmen UVA’02
Art and Sciences
Economics/French
Language and Literature
************************************************************************************
ÜÇ KADEH
BAYAN
ELEMAN ARANIYOR
Yazılmakta
olan bir öyküde yer alacak yetenekli BAYAN aranıyor.
(Yüzüklü
olması tercih sebebi olabilir.)
Kurgu: Her gece yatağına uzandığında,
birkaç metre ileride duran masanın üzerine tam olarak göz hizasına yerleştirmiş
olduğu büyüteç aracılığıyla, çok değerli ve tek hazinesine bakardı. İri bir
pırlanta yüzük... Bir gün eve gelip
giden misafirlerden biri yüzüğün saçtığı parıltıya ve özel konumundan
kaynaklanan çekiciliğine dayanamayıp yüzüğü aldı, yerine aynı biçimde fakat
daha küçük taşı olan başka bir yüzük koydu. Ardından büyüteci yatağa biraz daha
yaklaştırdı. Böylece yüzüğün çalındığı hiçbir zaman anlaşılmadı. Çünkü kadın
yüzüğe sadece yatağına uzandığında büyüteçle bakar, dokunmaz, incelemez, ona
yaklaşmazdı.
Gözlerimi açtığımda, kalabalık bir terasta buluyorum
kendimi. Çevre masalarda tanıdık simalar var fakat bana çok uzaklar. Derme
çatma damların arasında, terasın en uç tarafındaki masada bir adam oturuyor tek
başına. Onu tanımıyor olmama rağmen beni beklediğini biliyorum. Sezgisel bir
hareketle karşısına oturuyorum. Sigara dumanını suratıma üfleyerek “Nerede
kaldın?” diyor.
“Gelecek miydim?”
“Tabii ki. Baksana etrafımıza, ezildim büzüldüm
burada. Takmıyor gibi gözüküyorum ama sıkıntı bastı. Neler yaptın son görüşmemizden
beri?”
“Son görüşmememiz…”
Evet, görüşmüş olmalıyız ama son görüşmemiz derken
neyi kastettiğini bilmiyorum.
“O gece iyiydi” diyor.
“O gece? Hangi gece?
“İlk elemelerin yapıldığı gece canım! Neyse… Olur
öyle. Heyecandan beni fark etmemiş olabilirsin. Zaten ilk elemeler bulanık
geçer biraz, bir nevi rüya gibi, endişelenme, hatırlamaman normal.”
“O gece…”
Bu adam beni tanıyor ama çok da yakınım olmadığı
belli… Samimi fakat mesafeli… Ne elemesi olabilir, tam bilmiyorum ama hoş bir
adam sonuç itibariyle. Beni kendine çeken gözleri ve elleri var. Takım elbiseli
olmasına rağmen kafasında bir beyzbol kasketi var, bu da beni düşündürüyor…
Sanki bir işaret vermeye çalışıyor bana. Üzerimdeki kıyafetler bana ait değil
dercesine, oturaklı ve kendinden emin bir ses tonuyla devam ediyor konuşmaya.
“Doğru” diyor benim şaşkınlığımı görünce. “Senin
haberin yok ki içinde bulunduğun hikâyeden… Aslında yazarın ağzından dinlemeli
ama kendisi burada yok. Gerçi katkıda bulunanlar da var ama projenin sonu yok…
Üzerinde çalışılıyor. Her gün yeni bir hikâye eklenecek... Ve hikâyelerin tek
ortak noktası o olacak.”
“Ne içersin?” diyor hemen ardından.
“Şarap…”
“Tamam, karşılıklı birer kadeh çok iyi gider.
Kırmızı, beyaz?”
“Kırmızı olsun.”
Kendimi uyuşturulmuş gibi hissediyorum, gereken
tepkileri veren ama ne olup bittiğini sorgulamayan kurulmuş bir makine gibiyim
adeta.
“Başka nerelerde varsın, anlat bakalım” diyor.
“Nasıl yani?”
Bana bakıp gözlerini devirip sigarasından bir nefes
alıyor. “Anladım, bu daha senin ilk deneyimin belli,” diyor. “Böyle olur bazen.
İnsanlar kendi kazdıkları kuyuya düşerler. Bir kere geri çıkınca,
çıkabildiklerini görünce, sürekli kuyunun içine atlamak isterler.”
Kadeh tokuşturuyoruz. “Sen kuyudan çıkmışsın ama
henüz farkında değilsin” diyor ve devam ediyor. “Pırlanta etkisi teorisini
duydun mu?”
“Hayır…” Sesim bulanık çıkıyor. Yutkunurken
zorlandığımı fark ediyorum.
“Ne kadar büyük olursa olsun, sahip olduğunda bir
süre sonra küçük gözükmeye başlar pırlanta kadına. Bu yüzden belli aralıklarla
yenilenir, daha büyüğü alınır, zaman aşımına uğradıkça yine yeteri kadar büyük
gözükmemeye başlar.”
Afallamış vaziyette şarabı yudumluyorum.
Tedirginlikle etrafıma bakıyorum tanıdık görmek ümidiyle… Yok. Kimse yabancı
değil ama hiçbirini tanımıyorum. Sadece karşısında oturduğum bu adam var,
kendime çok yakın hissettiğim ama uzaklığımızın beni rahatsız ettiği… Bana
olmayan hikâyelerden, kuyulardan, pırlanta teorilerinden bahseden tuhaf biri.
“Hadi, anlat bana hikâyemizi” diyor.
Ne demek istediğini hiç anlamıyorum. Anlamadığımı
fark ediyor. “O zaman ben anlatayım, bu işler böyle başlar” diyor.
Anlatmaya
başlıyor. Dinleyemiyorum. Sadece bölük pörçük kelime öbekleri yankılanıyor
kulağımda. Çünkü kadın… Yatağına
uzandığında… Tüm dikkatimi sözlerine vermeye çalışıyorum, olmuyor. Sanki
zihnimde delikler açılmış gibi sızıyor dışarı söylediklerinin büyük bir kısmı. Yatağına uzandığında… Büyüteç… Göründüğü
kadar büyük… İri bir pırlanta yüzük…
Kadehimdeki son yudumu da içince gözlerim kamaşıyor.
Etrafı bulanık görmeye başlıyorum.
Pırlantalar geliyor gözümün önüne. Çeşitli
kesimleri, parlaklık dereceleri olan, paranın satın aldığı, belki de hiç
istemediği bir kadının parmağına yerleşen, özenle seyredilen, sinirle çevrilen,
sonunda da fırlatıp atılan, başkalarının parmağına takılan ya da kuyumculara
işlenmesi için geri verilen pırlanta yüzükler. Onların halini, o özenle korunan
narin taşların yaşadıklarını ve gittikçe artan hayal kırıklıklarını düşündükçe,
içimden yükselen ama dışarı çıkamayan bir parıltı olduğunu hissediyorum.
“Birer kadeh daha söyleyelim istersen”
diyor bir süre sonra karşımdaki adam.
“Olur...” diyorum.
Garsona işaret edip eliyle, iki, işareti
yaptıktan sonra bana dönüyor.
“Her neyse, bunları konuşacak vaktimiz
var daha, kocan nasıl olmalı, sen onu anlat önce...”
“Kocam mı?”
“Evet, kocan… Bak, dürüst olmak
gerekirse ben artık sıkılmaya başladım. İlk günler çok heyecanlıydım. Yine de
bir süre sonra bu masada böyle eli kolu bağlı bir halde oturup gelen geçeni
seyretmek beni sıkmaya başladı. Ben bu işte tecrübeliyim. Daha evvelkilerde hiç
bu kadar beklememiştim. O yazar bozuntusunun fikriyle ilgilendiğimden ister
istemez girdim bu işin içine fakat geri dönemiyorum. Sorun bende mi, onda mı o
da belli değil ya… Nereden bulduysak birbirimizi... Dönüp dolaşıp aynı mekânda,
üstelik yine tek başıma birini beklerken buluyorum kendimi… Açıkça söyle… Sen
bu işe girmek istiyor musun, istemiyor musun? Şu anda geleceğim sana bağlı. Ne
olacaksa olsun artık. Bir şey olmayacaksa da önümüze bakalım.”
Bu kadarı fazla geliyor. Adamın bıkkın
ve ısrarlı tavrı beni rahatsız ediyor. Sanki bedenimden çıkacakmışım gibi
hissediyorum. Önümüze ikinci kadehlerimiz geldiğinde cam bardağı elime
alıyorum. İkinci kadehimden daha büyük bir yudum alabileceğimi fark ediyorum.
Masanın üzerinde duran siyah paketten
ince bir sigara çıkarıyor. Bana da ikram ediyor. Alıyorum içinden bir tane.
Turuncu çakmağıyla sigaramı yakıp bana göz kırpıyor. Derin bir nefes çekiyorum.
Koşuyorum. Koşuyorum. Barbaros Bulvarı’ndan aşağı
hızla koşuyorum. Durmak istemiyorum. Yol da benim yanımda. O da benimle koşuyor. Gittikçe
hızlanıyorum. Bu kadar hızlı olduğumu bilmiyordum. Öyle bir koşuyorum ki,
ayaklarım havalanıyor, neredeyse uçacağım. Beşiktaş iskelesinin önüne
geliyorum. Karşı taraf büyük bir adım mesafesinde gözüküyor. Biraz geriye gidip
koşsam, hız alsam, tek bir adımla Anadolu tarafına geçebileceğimi hissediyorum.
O sırada bir ilan görüyorum, koca
harflerle... Karşı sahilde…
BAYAN
ELEMAN ARANIYOR
Gerisini okuyamadan gözlerim kararıyor… Kuvvetli bir
rüzgâr beni geriye savuruyor.
İstiklal Caddesindeyim. Karşımda oturan adamla
beraber yürüyoruz. Genç bir kadın bize doğru ilerliyor. Düşündüğümden daha
fazla yürümüş olmalıyız çünkü ayak tabanlarım zonkluyor. Kalabalığın arasında
duruyoruz. Önce yanımdaki adama sarılıyor kadın, sonra beni tanıyor ve çok
büyük bir içtenlikle kucaklıyor beni.
“Nasıl kocan? Alışabildin mi?” diyor ardından.
“Kocam?” Duraklıyorum. “Ha, evet kocam… İyi ne
olsun, iş güç koşuşturuyor.”
Kafasını geriye doğru iterek yanımızdan geçen
kalabalık arasından birkaç insanın bize dönüp bakmasına sebep olan katmerli bir
kahkaha atıyor. “Duyduğuma göre öykümün kahramanı olacakmışsın! Hadi göster
kendini de başka işlere bakayım artık… Bu adam da beklemekten sıkıldı.”
“Ha bir de, seninkini gördüm demin, selam söyledi”
diye ekliyor genç kadın.
Kızarıyorum. Neden bahsettiğini anlamış gibi
yapıyorum ama hiçbir şey bilmiyorum ben! Öykü? Onu anladım da kahramanı?
Karakteri? Bu adam? Kocam?
Benimkinin kim olabileceğini düşünürken aynı zamanda
kafam şu kocam olacak adam meselesine takılıyor, içgüdüsel bir hareketle elime
ve yanımdaki adama bakıyorum. Parmağımda pırlanta bir yüzük… Yanımdaki kadına
bakıyorum. Heyecanla sırıtıyor bana. Bulanıklaşarak yok oluyor sonra da.
“Çatlak karı…” diye söyleniyor adam. “Kimseyle
anlaşamıyorum diye beni suçluyor. Günlerdir bekliyorum aynı yerde… Günlerdir...”
Masanın üzerinde duran siyah paketten
ince bir sigara çıkarıyor. Bana da ikram ediyor. “Kullanmıyorum,” diyorum.
Alıyor içinden bir tane. Turuncu çakmağıyla sigarasını yakıp bana göz kırpıyor.
Derin bir nefes çekiyor.
“Tahmin ettiğimden hızlı ilerliyorsun” diyor
karşımdaki adam, elinde biriktirdiği şamfıstığı kabuklarını küllüğe atarak. “Bu
gece bu işi bitiririz. Seni sevdim. Uyumlu olabiliriz bence… Diğerlerinden
farklı bir tarafın var.”
Ben cevap vermeden elime bir not defteri
tutuşturuyor. “Al bunu, çık buradan, kendine sakin bir yer bul ve aklına ne
gelirse yaz” diyor. “Ben birkaç saat sonra seni almaya geleceğim. Elini çabuk
tut yoksa sıkılır senden…”
“Saçmalama” diyorum. “Nasıl yani? Nereye gideceğim?
Ne yazacağım daha doğrusu? Nasıl bulacaksın ki beni?”
“Endişelenme. Hadi çabuk, vaktimiz azalıyor. Şu an
senin yazman gerekiyor. O öyle istiyor. Ben bulurum seni…”
“Neden ki?” diyorum. “Kimdi ki o kadın?”
“Anlamadın mı? Sen hakikaten de tecrübesizsin,
belli. Aramızda kalsın ama… Bakma yaşına… Çocuk gibidir o, çok zordur baş
etmesi, sıkılır hemen, ya da yapışır, bir süre sonra kan kusturur adama… Her
şey kendi istediği olsun ister daima.”
Ne yapacağımı, nereye gideceğimi şaşırmış vaziyette,
kafamda uçuşan düşünceler ve teoriler eşliğinde teras katındaki restoranın eğri
büğrü merdivenlerinden hızla inerek sokağa atıyorum kendimi. Nerede olduğumu
anlamam zor olmuyor. Kendime gelmeli, bu oyuna son vermeliyim, diyorum.
Öncelikle şu öykü kahramanı meselesini halletmem gerekiyor. Herhangi bir
kitapçıya dalıp tüm kitapları tek tek inceleyip içlerinde kendimi bulmak
istiyorum. Bakmaya cesaret edemeden parmaklarımla elimi yokluyorum. Bakışlarımı
kendime bile fark ettirmeden parmağıma yöneltiyorum. Yüzük orada. Evlilik
konusunu düşünmeye çalışıyorum ama asıl irdelemem gereken mesele o değilmiş
gibi geliyor. Parmağımda duran bu yüzük, sanki bu dünyaya ait değilmiş de
bambaşka bir anlamı varmış gibi parlıyor. Zaten, erkek arkadaşımla evlilik ve
onaylanmış beraberlik konularını artık konuşmama kararı almıştık; o günden beri
ilişkimiz gayet sorunsuz bir şekilde devam ediyordu. Çok da aklıma takmıyordum
evlilik meselesini, şu sembolik yüzük olayını geride bıraktıktan sonra
ilişkimiz daha sağlıklı bir yöne doğru ilerlemeye başlamıştı. Yürümeye devam
ediyorum. Etraf çok kalabalık… Kalabalık ve parmağımda bir yüzük, başıma bela
olacağını duyumsadığım, çıkarıp atmaya kalksam, olmuyor, çıkaramayacağım bir
biçimde parmağıma yerleşmiş. Var mı yok mu belli değil bir kere, görüyor ama
hissedemiyorum. Değil çıkarıp atmak, dokunamıyorum bile.
Kaçış yolu… Kaçış yolu, en kısa kaçış yolu… Evet, en
yakın kitapevinin Pandora olduğu aklıma geliyor. Bulunduğum yerin iki sokak
ilerisiden sağa sapıyorum. Kitapevi Türk-yabancı diye de ayrılmış aksi gibi,
hangisine gireceğime emin olamıyorum. Türk, yabancı, Türk, hayır yabancı...
Kararsız kalıyorum. Duymadığım, belki de yeni çıkan yabancı yayınlardan birinin
içindeyimdir diye düşünerek oraya dalıyorum. İçeri girmemle birlikte rahat bir
nefes alıyorum. Çok sakin. İstiklal Caddesi’nin karmaşışından sadece üç adım
uzakta olmasına rağmen beni etkisizleştirecek statik bir alanın içinde dengemi
bulacağımı hissediyorum. Etrafıma bakıyorum. Rafların önünde ileri geri hareket
eden birkaç insan var. Herkes baktıklarının içine dalmış. Nereye baktıkları
belli değil. Ben ise girişin hemen sol tarafındaki rafa dizilmiş Haruki
Murakami’nin kitaplarına yöneliyorum. Gözüme ilk çarpan onlar. Daha evvel
okumuş olduğum için. Yenilik arayışındayken eskilerin daima ilk göze çarpması
durumu. Bakıyorum. Hepsi de önceden okuduklarım. Uzun bir sıra halinde
duruyorlar ama topu topu üç farklı kitap var rafta. Okuyalı bayağı oluyor,
belki de o sıralar henüz kendimi gerçekleştirmemiştim. Tabii, belli ki ben
okuduktan sonra oradaki karakterlerden biri olmuştum. Esrarengiz kız
tiplemeleri geliyor aklıma, metafizik atmosferler, tam hatırlayamıyorum.
Hangisinde olabilirim ki, bir daha okumaya kalksam… Meraktan çatlayacağım, bir
an evvel öğrenmek istiyorum nerede olduğumu… Vaktim yok. Belki de yanılıyorum.
Kendimi başka yerlerde aramalıyım. Türk tarafına girseydim daha mı iyi olurdu?
Öncelikle orayı denemeliydim. Neden burayı seçtim? Bilemiyorum. Aradan geçen
dar sokağı büzüştürüp ikisini birleştirsek diye düşündüğüm anda elinde büyüteç
olan bir kadın, sokakta rastladığımız genç kadın, bana doğru yaklaşıyor,
yaklaştıkça büyüyor, büyüdükçe attığı kahkahalar büyütecin ardından
yankılanıyor. Gözlerim kararıyor. Gözlerim…
Önümde bir bar
beliriyor. Tereddüt etmeden içeri dalıyorum. Kuytu bir köşe bulmalı. Kimsenin
beni göremeyeceği ama benim herkesi görebileceğim. O kadınla karşılaşmak
istemiyorum bir daha. Göz ucuyla çevre masalara serpiştirilmiş insan siluetlerine
bakıp garsona düşünüyor numarası yapıyorum. Yukarıda bir kat daha var. Asma kat. Orada kimseyi göremiyorum. Basık
gözüküyor, arka tarafta birkaç masa, bir şömine, sedir, yerlere atılmış kadife
minderler olmalı. Giriş katı eğreti. Sokağa bakan, yan yana dizilmiş beş altı
tahta masa, sol taraftaki merdivenin yanında iki masa daha… Köşede oturan…
Olamaz… Çekik gözleri var, yanında bir kedi… Anlık bir göz ilişmesi sonrası onu
fark etmemişim gibi davranarak garsona dönüp “Ben sakin bir yer istiyorum,
şöyle... Kalabalıktan uzak…” diyorum.
“Yukarı kata
alalım sizi, sakin” diyor garson. Hayal ettiğimi bulamam endişesiyle tereddüt
ediyorum ve istemediğimi belirtecek bir şekilde burnumu yukarı kaldırıyorum.
“Nereye
isterseniz…” diyor.
“Tamam, o zaman,
ben şu köşeye geçeyim” diyorum garsona, Murakami’nin yanındaki masayı işaret
ederek.
Duvara yaslanmış
uzun bir kanepenin iki ucuna konmuş yuvarlak masalardan boş olanına geçiyorum.
Aramızda iki çanta mesafesi boşluk var. Tek bir kanepe olduğunu sanmıştım ama
tam ortamızda kenarlara doğru bombeli bordo derinin bir oyuğu var. Demek ki
ayrı parçalarda oturuyoruz. Benim oturduğum oldukça rahatsız. Fazla dik.
Onunkini bilemiyorum. Çantamı yanıma koyup biraz yana doğru kıvrılarak duvara
yaslandığımda kanepe öne doğru hareket ediyor. Ve geriye… Bir öne, bir geriye.
Onunki sabit gibi… Zaten okuduğuna o kadar kaptırmış ki kendini, pek de
umurunda değil. Birasının konumundan ne okuduğunu göremiyorum.
Garson yanıma
geldiğinde, “Kırmızı şarap istiyorum ben, kadeh ne veriyorsunuz?” diyorum.
İki seçenek var,
bence ikisi de birbirinden beter. Tamam, Angora, olsun diyorum, garsonun ikinci
önerisi üzerine ve üçüncü kadehin daha rahat içilebileceğini düşünerek. O
sırada kedi bana miyavlıyor, ama Murakami’nin yanına kimin oturduğunu pek de
umursadığı yok, büyük bir dikkatle okumaya devam ediyor. Çantamdan adamın bana
verdiği not defterini çıkarıyorum. Garsondan bir kalem istiyorum. Murakami’nin
ne zaman bana dönüp bakacağını beklemeye başlıyorum. Mutlaka bakacak. Bakmalı.
Ben onun yerinde olsam bakardım. Benim yanımda biri herhangi bir şey okuyorsa
ve yazıyorsa mutlaka ne yaptığını anlamaya çalışırım. Bakmıyor.
Kalemle birlikte
şarabım önüme geliyor. Sulu kan renginde… İki yudum alıyorum. İyi bir şarap
olmadığını biliyordum. Gerçi renginin kötü olması bunun göstergesi değil ama
tadı sevdiğim gibi değil işte. Yanına da çerez niyetine ince dilimlenmiş yılan
balığı getirdiler. İmgelem dünyam midemi bulandırdı bir an. Şarabı yudumlayınca
iç organlarımın mekanikleştiğini ve gövdemin bir tilt makinesi haline geldiğini
düşünüyorum. İçime şarap olarak giren bu sıvı aynı renkte, hiç değişime
uğramadan çıkacakmış gibi hissediyorum. Sadece adı değişecek. Şarabımdan üçüncü
yudumu almamla beraber bardağın içindeki sıvı yarıya iniyor. Belliydi. Benim
yudumlarım mı büyük onu bilemiyorum ama bardağın kendisi içine anca bir
mandalina alır. Ağzıma bir parça yılan balığı atıyorum. Güzelmiş. Aramızda çok
ince bir koltuk ayrığı var. Çantam duruyor tam ortada… Onun çantası yok. Biraz
yanaşırsa bacakları benim çantama değmiş olacak.
Aklım sokakta
rastladığımız genç kadına takılıyor. Ve adamın, çabuk ol, yoksa sıkılır senden,
sözleri. Bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyorum ama ne olduğunu ben de
bilmiyorum. Keşke o adamın hikâyesini daha dikkatle dinleseydim. Dinlemiştim
ama aklımda kalmamıştı işte. Tek hatırladığım; pırlanta yüzük, başka bir kadın,
göründüğü kadar büyük değil…
Etrafıma
bakıyorum. Bu mekânda herkes bira içiyor. Murakami dâhil. Bardaklar aynı biçim,
yandan kulplu tombul bira bardaklarından. Bir tek ben sulu kan içiyorum.
Karşımdaki iki kız arkadaşın birayı yudumlayışları dingin ve huzurlu bir ruh
halini anlatıyor sanki. Hesapladım, kızlardan biri kurduğu her dokuz-on cümle
ardından bir yudum alıyor bardağından. Karşısındaki pek konuşmuyor. Yine de
onunla aynı tempoda hareket ediyor, aslında galiba yudumlara yön veren de o.
Dinliyor ve belli aralıklarla bir yudum alıyor, ardından konuşan öteki kız
birkaç saniyelik bir farkla kendi birasına yöneliyor. O sırada fark ediyorum,
ikisinin de parmaklarında birer yüzük. Hem de benimkinin aynısı. Asabım
bozuluyor. O kadar aynı ki yüzük. Tıpatıp aynı. Bardaklarındaki bira yarıya
indiği halde köpük duruyor. İkisinin de bardağındaki sıvının seviyesi aynı
gözüküyor. Fark bulmak için dikkatle bakıyorum. Aynı. Seviye aynı ama köpükler
aynı durmuyor. Birbirleriyle karşılaştırıldığında aynı ama ben baktıkça
köpükler ortaya doğru birikiyor. Bu arada içmiyorlar. Bardaktaki köpükler
ortada birikip yukarı doğru çıkan beyaz bir kütle oluşturuyor.
“Çok iyi
gidiyorsun, devam et…” diye bir ses duyuyorum uzaklardan. O adamın sesi ama
kendisini göremiyorum. Etrafıma bakınıyorum tekrardan… “Onlar senin rakibin…”
diyor benden uzaklaşan ses.
Rakibim? Benim
hiç rakibim olmamıştı ki… Kimseyi kendime rakip olarak görmemiştim ki. Bende
bir gariplik vardı belki. Takım çalışmasından da pek haz etmezdim zaten. Bir
daha bakıyorum kızlara. Bunlar benim rakibim. “Rakip onlar, rakip, sana zarar
verebilirler, onları alt etmelisin” diye başlıyor o adamın sesi tekrarlamaya…
Alt etmek? Ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum. Rakip ve üstesinden gelmek… Boks
maçlarında yaşanan sahneler geliyor gözümün önüne. Daha fazlasını ne
düşünebiliyor, ne de kafamda canlandırabiliyordum şu mekânda.
Ses yine
yankılanıyor kulaklarımda… “Salak mısın, aklını başına topla, senin kuyunu
kazıyor onlar…” Kuyu? Tek aklıma gelen Murakami karakterlerinin kendilerini
bulmak için daldığı kuyular. Orada daima tek başlarına oluyordu karakterler. Bu
kızlar nereden çıktı ki?
Garson bana
doğru yaklaşıyor.
“Kitap mı
yazıyorsunuz?” diyor. Arkasında merakla sırıtarak cevap bekleyen bir garson
daha var.
“Yani, yok işte,
yazıyorum.”
“Kitap mı?”
“Hayır.”
“Günlük mü
yazıyorsunuz?”
“Hayır, günlük
değil” diyorum gülümseyerek.
Peki, ne o
zaman, demiyor ama kaşlarını kaldırarak sorusuna cevap bekliyor…
“Evet, işte…
Yazıyorum ben...”
Garson arkasında
elinde kül tablası ile bekleyen meslektaşına dönüp -oooh gördün mü- surat ifadesinin ardından bana dönüyor.
“İddiaya girmiştik de…” Arkadaşının elinden temiz kül tablasını kapıp önüme
bırakırken göz kırpıyor. “Artık sizi rahatsız etmeyeceğiz.”
Karşı masada
oturan kızlardan biri tuvalete gitmek için yerinden kalkıyor. Bana doğru
yaklaşırken parmağımdaki yüzüğe bakıyor. Diğer kız da kendi yüzüğünü incelemeye
koyuluyor. Murakami’den ses yok. Ses değil, en ufak bir hareket yok. Hala
okuyor. Çalmaya başlayan bir Beatles şarkısı eşliğinde ayağıyla tempo tutmaya
başlıyor.
Yanındaki kedi
bana yanaşıyor. “Canım makarna çekti” diyor.
“Ne?”
“Makarna işte,
spagetti yapmalısın bana” diyor.
“Burada mı?”
“Ne sandın?”
“Saçmalama!”
Konuşan kedileri
okuyunca hoş gelmişti kulağıma ama şimdi karşımda görünce… Bir de makarna
yapmalısın bana, diye ısrar eden bu hayvan tüylerimi diken diken ediyor.
Tuvalete gitmek
için asma kata çıkıyorum. Aklımda yüzük. Köpük. Parmağıma bakıyorum. Yüzük hala
orada. Hissediyorum ama ilk gördüğün andaki kadar net değil. Silinecek gibi
duruyor. Sabunla beraber parmağımdan çıkmasını bekliyorum ama bilincinde
olduğum ve dikkat ettiğim sürece bunun olmayacağını biliyorum. Tuvaletten çıkıyorum.
Karşımda bir masa. Üzerinde dizüstü bilgisayar. Asma katta başka hiçbir şey
yok.
“Sen saçmalama.
Canım çekti diyorum ya… Yapmazsan kaçar giderim. Sonra beni aramak zorunda
kalırsın.”
Sıkıntı...
Sıkıntı basıyor üzerime… “Yazarlarla arama mesafe koymayı öğrenmem gerekiyor
artık,” diyorum.
“Bana mı
söylediniz?” diye kafasını kaldırıyor yanımdaki.
Daha dikkatli
bakmalıymışım. O değilmiş. Üzerinde koşucu kıyafetleri olan çekik gözlü bir
adam sadece… Haruki Murakami nereden çıktı ki? Benimle konuşan bir kedi de yok
ortada.
“Kedim…” diyor adam. “Kedim gitmiş…” Aceleyle
yerinden kalkıp, masama çarparak kendini sokağa atıyor.
O sırada
tuvaletten dönen kız, bir zafer edasıyla yerine oturuyor ve yanındaki
arkadaşına parmağındaki pırlantayı gösteriyor. Ardından bana bakıp gülmeye
başlıyorlar. Elime bakıyorum, aynı yüzük hala parmağımda. Garson, kızlara para
üstü getiriyor. Ne ara hesabı istediler bilmiyorum ama aceleyle kalkıp
gidiyorlar.
Hemen masanın
üzerine bırakmış olduğum cep telefonuma bakıyorum, iki mesaj gelmiş.
Yüzük kaç karat?
Mesajı okuduktan
sonra merakla kimden geldiğine baktığımda, isim yerine tanımadığım bir numara
görüyorum ekranda. O adam olmalı. Bana git, yaz, diyen adam.
Hemen diğer
mesajı açıyorum.
Yüzük kaç karat?
Aynı numara. Genelde
cep telefonuna gelen mesajları kayıtlı tutmam. Ya anında silerim, ya da cevap
verdiysem, en fazla birkaç gün bekletir, belli aralıklarla mesaj kutusunun
temizliğini yaparım. Bu sebeple, geldiklerinden hiçbir zaman tam olarak emin
olamam. Yüzük? Karat? Yanlış gelmiş olabilir elbet ama…
Çünkü kadın… Yatağına uzandığında…
Gözlerim
ağırlaşıyor. Biraz daha dayanmalıyım. En azından biraz daha… Gelecek. Beni
almaya gelecek.
Yatağına uzandığında… Büyüteç… Başka bir
yüzük…
Telefonuma bir
mesaj daha geliyor. Farklı bir numaradan bu defa…
Yüzük göründüğü kadar büyük değildi.
Sokakta
rastladığımız genç kadın nefes nefese dalıyor bardan içeri. “Hesabı alabilir
miyiz, lütfen!” diyor ve bıkkın bir ifadeyle bana bakıyor. Telefonum çalıyor…
Erkek arkadaşım. “Neredesin? Saatlerdir seni arıyorum, açmıyorsun,” diyor.
EPİLOG
Ölçüyü üç kadeh
olarak ele aldık fakat içilen ve içilmeye devam edilecek sonsuz sayıda kadehin hesabını
tutamayız. Yazılı metnimize geçici bir son vermeliyiz. Öykümüz için uygun bayan
arayışımız ve seçmelerimiz devam edecektir.
![]() |
| Aylin |






No comments:
Post a Comment