Pages

Friday, October 5, 2012

Voices:The Strategic Importance of Turkey



Istanbul


Each day there are headlines about the emerging importance of Turkey on the world stage. As I write, the Turkish government is showing the world that it is willing to stand up to the dictatorship in Syria. It stands alone. The world powers sit on the sidelines while innocent civilians are slaughtered. The photos show up each day in the media but this is not going to change the way nations act.

At the moment, it is not in the strategic interest of countries to get involved. Elections are upcoming, fear of creating instability at home and abroad, and a myriad of other Machiavellian pragmatic justifications mean that individuals with names and families and hopes must disappear from the earth.

The government in Turkey is feared by many both within the country and without. The secular community that sends students by the thousands to the US is very suspicious of their motives. But the fact is they are trying to save lives. They are acting. Sometimes people we are suspicious of do the right thing, even if we think the reasons are wrong.

Aleppo, Syria


And sometimes people do the right thing for the right reasons too. Aylin is one of them. Aylin is a Turkish citizen who changed my life. I can say this without exaggeration.  I first met her when she was a student at St Joseph high school in Istanbul. She was the top student in the school. Impressive in every respect.

Luckily she chose to enroll in my University after my visit. While there she did exceedingly well in the classroom and outside the walls too. What she did for me was to volunteer her time and her writing skills. Without any pay, Aylin helped to organize the strategy for me to reach out to students across Turkey. Her efforts helped to get the name of my school on the lips of those who could afford to send their children to the States.

But she did more than this. She volunteered to reach out to all students. She compiled the answers to the frequently asked questions sections of the international website page. This took a great deal of time and she did a great job. In fact, the words she wrote are still the words on that website today.

Now, Aylin is using her words in different ways. She has recently published a book of short stories in Turkey. She has taken her gift with words and has found out how to share them with others. Words are often used as weapons. They can order people killed. Her words bring us into the world she lives in and imagines for us.

Her work has not yet been translated into English, but I am getting some volunteers to change that. When the story she has sent to me, her gift of words again, is ready, I will post it here. I hope this will begin the process of getting the book published in the US. She could teach us things. She already has.

Istanbul


********************************************************************************

I first met Parke Muth in 1997 during a college info session in Turkey followed by my trip to the U.S. for college tours and interviews. Later on, I assisted him in the International Admissions Office of UVa and had the opportunity to know him better. I still remember his encouraging and open-minded attitude accompanied by an experienced educator’s vision. 

Istanbul


I want to express a few words about the college education I got in the U.S and its benefits. For me, the most important aspect was to realize that college education is not only about academics but also about developing general skill sets, interpersonal relationships and a perspective about life considering every personality’s uniqueness. Excelling in a major (or a couple) is just a small portion of the whole package of seeds we carry with us after graduating. A college degree is necessary to get a job but is definitely not its only purpose. At the age of eighteen (+-) most students do not really acknowledge their potential interests and capabilities although there might be some exceptions. Even some do not have a strong opinion about their career choices after graduating unless they have studied a very specific field such as pre-med or pre-law. Once I look back nowadays, I see a broad range of courses taken (some of them being mandatory) besides my majors, which gave me the courage to try different jobs/activities/hobbies later on. A very good example would be a creative writing workshop I participated a few years ago that led me to publishing my first short story book and adding a ‘writer’s path to my life along with my professional career.

Aylin Sökmen UVA’02 Art and Sciences
Economics/French Language and Literature
************************************************************************************




ÜÇ KADEH

BAYAN ELEMAN ARANIYOR
Yazılmakta olan bir öyküde yer alacak yetenekli BAYAN aranıyor.
(Yüzüklü olması tercih sebebi olabilir.)

Kurgu: Her gece yatağına uzandığında, birkaç metre ileride duran masanın üzerine tam olarak göz hizasına yerleştirmiş olduğu büyüteç aracılığıyla, çok değerli ve tek hazinesine bakardı. İri bir pırlanta yüzük...  Bir gün eve gelip giden misafirlerden biri yüzüğün saçtığı parıltıya ve özel konumundan kaynaklanan çekiciliğine dayanamayıp yüzüğü aldı, yerine aynı biçimde fakat daha küçük taşı olan başka bir yüzük koydu. Ardından büyüteci yatağa biraz daha yaklaştırdı. Böylece yüzüğün çalındığı hiçbir zaman anlaşılmadı. Çünkü kadın yüzüğe sadece yatağına uzandığında büyüteçle bakar, dokunmaz, incelemez, ona yaklaşmazdı.

Gözlerimi açtığımda, kalabalık bir terasta buluyorum kendimi. Çevre masalarda tanıdık simalar var fakat bana çok uzaklar. Derme çatma damların arasında, terasın en uç tarafındaki masada bir adam oturuyor tek başına. Onu tanımıyor olmama rağmen beni beklediğini biliyorum. Sezgisel bir hareketle karşısına oturuyorum. Sigara dumanını suratıma üfleyerek “Nerede kaldın?” diyor.

“Gelecek miydim?”

“Tabii ki. Baksana etrafımıza, ezildim büzüldüm burada. Takmıyor gibi gözüküyorum ama sıkıntı bastı. Neler yaptın son görüşmemizden beri?”

“Son görüşmememiz…”
Evet, görüşmüş olmalıyız ama son görüşmemiz derken neyi kastettiğini bilmiyorum.

“O gece iyiydi” diyor.
“O gece? Hangi gece?
“İlk elemelerin yapıldığı gece canım! Neyse… Olur öyle. Heyecandan beni fark etmemiş olabilirsin. Zaten ilk elemeler bulanık geçer biraz, bir nevi rüya gibi, endişelenme, hatırlamaman normal.”
“O gece…”

Bu adam beni tanıyor ama çok da yakınım olmadığı belli… Samimi fakat mesafeli… Ne elemesi olabilir, tam bilmiyorum ama hoş bir adam sonuç itibariyle. Beni kendine çeken gözleri ve elleri var. Takım elbiseli olmasına rağmen kafasında bir beyzbol kasketi var, bu da beni düşündürüyor… Sanki bir işaret vermeye çalışıyor bana. Üzerimdeki kıyafetler bana ait değil dercesine, oturaklı ve kendinden emin bir ses tonuyla devam ediyor konuşmaya.

“Doğru” diyor benim şaşkınlığımı görünce. “Senin haberin yok ki içinde bulunduğun hikâyeden… Aslında yazarın ağzından dinlemeli ama kendisi burada yok. Gerçi katkıda bulunanlar da var ama projenin sonu yok… Üzerinde çalışılıyor. Her gün yeni bir hikâye eklenecek... Ve hikâyelerin tek ortak noktası o olacak.”

“Ne içersin?” diyor hemen ardından.
“Şarap…”
“Tamam, karşılıklı birer kadeh çok iyi gider. Kırmızı, beyaz?”
“Kırmızı olsun.”

Kendimi uyuşturulmuş gibi hissediyorum, gereken tepkileri veren ama ne olup bittiğini sorgulamayan kurulmuş bir makine gibiyim adeta. 

“Başka nerelerde varsın, anlat bakalım” diyor.
“Nasıl yani?”

Bana bakıp gözlerini devirip sigarasından bir nefes alıyor. “Anladım, bu daha senin ilk deneyimin belli,” diyor. “Böyle olur bazen. İnsanlar kendi kazdıkları kuyuya düşerler. Bir kere geri çıkınca, çıkabildiklerini görünce, sürekli kuyunun içine atlamak isterler.”

Kadeh tokuşturuyoruz. “Sen kuyudan çıkmışsın ama henüz farkında değilsin” diyor ve devam ediyor. “Pırlanta etkisi teorisini duydun mu?”
“Hayır…” Sesim bulanık çıkıyor. Yutkunurken zorlandığımı fark ediyorum.

“Ne kadar büyük olursa olsun, sahip olduğunda bir süre sonra küçük gözükmeye başlar pırlanta kadına. Bu yüzden belli aralıklarla yenilenir, daha büyüğü alınır, zaman aşımına uğradıkça yine yeteri kadar büyük gözükmemeye başlar.”

Afallamış vaziyette şarabı yudumluyorum. Tedirginlikle etrafıma bakıyorum tanıdık görmek ümidiyle… Yok. Kimse yabancı değil ama hiçbirini tanımıyorum. Sadece karşısında oturduğum bu adam var, kendime çok yakın hissettiğim ama uzaklığımızın beni rahatsız ettiği… Bana olmayan hikâyelerden, kuyulardan, pırlanta teorilerinden bahseden tuhaf biri.

“Hadi, anlat bana hikâyemizi” diyor.
Ne demek istediğini hiç anlamıyorum. Anlamadığımı fark ediyor. “O zaman ben anlatayım, bu işler böyle başlar” diyor.

Anlatmaya başlıyor. Dinleyemiyorum. Sadece bölük pörçük kelime öbekleri yankılanıyor kulağımda. Çünkü kadın… Yatağına uzandığında… Tüm dikkatimi sözlerine vermeye çalışıyorum, olmuyor. Sanki zihnimde delikler açılmış gibi sızıyor dışarı söylediklerinin büyük bir kısmı. Yatağına uzandığında… Büyüteç… Göründüğü kadar büyük… İri bir pırlanta yüzük…
Kadehimdeki son yudumu da içince gözlerim kamaşıyor. Etrafı bulanık görmeye başlıyorum.

Pırlantalar geliyor gözümün önüne. Çeşitli kesimleri, parlaklık dereceleri olan, paranın satın aldığı, belki de hiç istemediği bir kadının parmağına yerleşen, özenle seyredilen, sinirle çevrilen, sonunda da fırlatıp atılan, başkalarının parmağına takılan ya da kuyumculara işlenmesi için geri verilen pırlanta yüzükler. Onların halini, o özenle korunan narin taşların yaşadıklarını ve gittikçe artan hayal kırıklıklarını düşündükçe, içimden yükselen ama dışarı çıkamayan bir parıltı olduğunu hissediyorum.

“Birer kadeh daha söyleyelim istersen” diyor bir süre sonra karşımdaki adam.
“Olur...” diyorum.

Garsona işaret edip eliyle, iki, işareti yaptıktan sonra bana dönüyor.
“Her neyse, bunları konuşacak vaktimiz var daha, kocan nasıl olmalı, sen onu anlat önce...”
“Kocam mı?”

“Evet, kocan… Bak, dürüst olmak gerekirse ben artık sıkılmaya başladım. İlk günler çok heyecanlıydım. Yine de bir süre sonra bu masada böyle eli kolu bağlı bir halde oturup gelen geçeni seyretmek beni sıkmaya başladı. Ben bu işte tecrübeliyim. Daha evvelkilerde hiç bu kadar beklememiştim. O yazar bozuntusunun fikriyle ilgilendiğimden ister istemez girdim bu işin içine fakat geri dönemiyorum. Sorun bende mi, onda mı o da belli değil ya… Nereden bulduysak birbirimizi... Dönüp dolaşıp aynı mekânda, üstelik yine tek başıma birini beklerken buluyorum kendimi… Açıkça söyle… Sen bu işe girmek istiyor musun, istemiyor musun? Şu anda geleceğim sana bağlı. Ne olacaksa olsun artık. Bir şey olmayacaksa da önümüze bakalım.”

Bu kadarı fazla geliyor. Adamın bıkkın ve ısrarlı tavrı beni rahatsız ediyor. Sanki bedenimden çıkacakmışım gibi hissediyorum. Önümüze ikinci kadehlerimiz geldiğinde cam bardağı elime alıyorum. İkinci kadehimden daha büyük bir yudum alabileceğimi fark ediyorum.

Masanın üzerinde duran siyah paketten ince bir sigara çıkarıyor. Bana da ikram ediyor. Alıyorum içinden bir tane. Turuncu çakmağıyla sigaramı yakıp bana göz kırpıyor. Derin bir nefes çekiyorum.


Koşuyorum. Koşuyorum. Barbaros Bulvarı’ndan aşağı hızla koşuyorum. Durmak istemiyorum. Yol da benim yanımda. O da benimle koşuyor. Gittikçe hızlanıyorum. Bu kadar hızlı olduğumu bilmiyordum. Öyle bir koşuyorum ki, ayaklarım havalanıyor, neredeyse uçacağım. Beşiktaş iskelesinin önüne geliyorum. Karşı taraf büyük bir adım mesafesinde gözüküyor. Biraz geriye gidip koşsam, hız alsam, tek bir adımla Anadolu tarafına geçebileceğimi hissediyorum.  O sırada bir ilan görüyorum, koca harflerle... Karşı sahilde…

BAYAN ELEMAN ARANIYOR

Gerisini okuyamadan gözlerim kararıyor… Kuvvetli bir rüzgâr beni geriye savuruyor.


İstiklal Caddesindeyim. Karşımda oturan adamla beraber yürüyoruz. Genç bir kadın bize doğru ilerliyor. Düşündüğümden daha fazla yürümüş olmalıyız çünkü ayak tabanlarım zonkluyor. Kalabalığın arasında duruyoruz. Önce yanımdaki adama sarılıyor kadın, sonra beni tanıyor ve çok büyük bir içtenlikle kucaklıyor beni.

“Nasıl kocan? Alışabildin mi?” diyor ardından.
“Kocam?” Duraklıyorum. “Ha, evet kocam… İyi ne olsun, iş güç koşuşturuyor.”

Kafasını geriye doğru iterek yanımızdan geçen kalabalık arasından birkaç insanın bize dönüp bakmasına sebep olan katmerli bir kahkaha atıyor. “Duyduğuma göre öykümün kahramanı olacakmışsın! Hadi göster kendini de başka işlere bakayım artık… Bu adam da beklemekten sıkıldı.”
“Ha bir de, seninkini gördüm demin, selam söyledi” diye ekliyor genç kadın.

Kızarıyorum. Neden bahsettiğini anlamış gibi yapıyorum ama hiçbir şey bilmiyorum ben! Öykü? Onu anladım da kahramanı? Karakteri?  Bu adam? Kocam?

Benimkinin kim olabileceğini düşünürken aynı zamanda kafam şu kocam olacak adam meselesine takılıyor, içgüdüsel bir hareketle elime ve yanımdaki adama bakıyorum. Parmağımda pırlanta bir yüzük… Yanımdaki kadına bakıyorum. Heyecanla sırıtıyor bana. Bulanıklaşarak yok oluyor sonra da.
“Çatlak karı…” diye söyleniyor adam. “Kimseyle anlaşamıyorum diye beni suçluyor. Günlerdir bekliyorum aynı yerde… Günlerdir...”

Masanın üzerinde duran siyah paketten ince bir sigara çıkarıyor. Bana da ikram ediyor. “Kullanmıyorum,” diyorum. Alıyor içinden bir tane. Turuncu çakmağıyla sigarasını yakıp bana göz kırpıyor. Derin bir nefes çekiyor.

“Tahmin ettiğimden hızlı ilerliyorsun” diyor karşımdaki adam, elinde biriktirdiği şamfıstığı kabuklarını küllüğe atarak. “Bu gece bu işi bitiririz. Seni sevdim. Uyumlu olabiliriz bence… Diğerlerinden farklı bir tarafın var.”

Ben cevap vermeden elime bir not defteri tutuşturuyor. “Al bunu, çık buradan, kendine sakin bir yer bul ve aklına ne gelirse yaz” diyor. “Ben birkaç saat sonra seni almaya geleceğim. Elini çabuk tut yoksa sıkılır senden…”

“Saçmalama” diyorum. “Nasıl yani? Nereye gideceğim? Ne yazacağım daha doğrusu? Nasıl bulacaksın ki beni?”

“Endişelenme. Hadi çabuk, vaktimiz azalıyor. Şu an senin yazman gerekiyor. O öyle istiyor. Ben bulurum seni…”

“Neden ki?” diyorum. “Kimdi ki o kadın?”

“Anlamadın mı? Sen hakikaten de tecrübesizsin, belli. Aramızda kalsın ama… Bakma yaşına… Çocuk gibidir o, çok zordur baş etmesi, sıkılır hemen, ya da yapışır, bir süre sonra kan kusturur adama… Her şey kendi istediği olsun ister daima.”

Ne yapacağımı, nereye gideceğimi şaşırmış vaziyette, kafamda uçuşan düşünceler ve teoriler eşliğinde teras katındaki restoranın eğri büğrü merdivenlerinden hızla inerek sokağa atıyorum kendimi. Nerede olduğumu anlamam zor olmuyor. Kendime gelmeli, bu oyuna son vermeliyim, diyorum. Öncelikle şu öykü kahramanı meselesini halletmem gerekiyor. Herhangi bir kitapçıya dalıp tüm kitapları tek tek inceleyip içlerinde kendimi bulmak istiyorum. Bakmaya cesaret edemeden parmaklarımla elimi yokluyorum. Bakışlarımı kendime bile fark ettirmeden parmağıma yöneltiyorum. Yüzük orada. Evlilik konusunu düşünmeye çalışıyorum ama asıl irdelemem gereken mesele o değilmiş gibi geliyor. Parmağımda duran bu yüzük, sanki bu dünyaya ait değilmiş de bambaşka bir anlamı varmış gibi parlıyor. Zaten, erkek arkadaşımla evlilik ve onaylanmış beraberlik konularını artık konuşmama kararı almıştık; o günden beri ilişkimiz gayet sorunsuz bir şekilde devam ediyordu. Çok da aklıma takmıyordum evlilik meselesini, şu sembolik yüzük olayını geride bıraktıktan sonra ilişkimiz daha sağlıklı bir yöne doğru ilerlemeye başlamıştı. Yürümeye devam ediyorum. Etraf çok kalabalık… Kalabalık ve parmağımda bir yüzük, başıma bela olacağını duyumsadığım, çıkarıp atmaya kalksam, olmuyor, çıkaramayacağım bir biçimde parmağıma yerleşmiş. Var mı yok mu belli değil bir kere, görüyor ama hissedemiyorum. Değil çıkarıp atmak, dokunamıyorum bile.

Kaçış yolu… Kaçış yolu, en kısa kaçış yolu… Evet, en yakın kitapevinin Pandora olduğu aklıma geliyor. Bulunduğum yerin iki sokak ilerisiden sağa sapıyorum. Kitapevi Türk-yabancı diye de ayrılmış aksi gibi, hangisine gireceğime emin olamıyorum. Türk, yabancı, Türk, hayır yabancı... Kararsız kalıyorum. Duymadığım, belki de yeni çıkan yabancı yayınlardan birinin içindeyimdir diye düşünerek oraya dalıyorum. İçeri girmemle birlikte rahat bir nefes alıyorum. Çok sakin. İstiklal Caddesi’nin karmaşışından sadece üç adım uzakta olmasına rağmen beni etkisizleştirecek statik bir alanın içinde dengemi bulacağımı hissediyorum. Etrafıma bakıyorum. Rafların önünde ileri geri hareket eden birkaç insan var. Herkes baktıklarının içine dalmış. Nereye baktıkları belli değil. Ben ise girişin hemen sol tarafındaki rafa dizilmiş Haruki Murakami’nin kitaplarına yöneliyorum. Gözüme ilk çarpan onlar. Daha evvel okumuş olduğum için. Yenilik arayışındayken eskilerin daima ilk göze çarpması durumu. Bakıyorum. Hepsi de önceden okuduklarım. Uzun bir sıra halinde duruyorlar ama topu topu üç farklı kitap var rafta. Okuyalı bayağı oluyor, belki de o sıralar henüz kendimi gerçekleştirmemiştim. Tabii, belli ki ben okuduktan sonra oradaki karakterlerden biri olmuştum. Esrarengiz kız tiplemeleri geliyor aklıma, metafizik atmosferler, tam hatırlayamıyorum. Hangisinde olabilirim ki, bir daha okumaya kalksam… Meraktan çatlayacağım, bir an evvel öğrenmek istiyorum nerede olduğumu… Vaktim yok. Belki de yanılıyorum. Kendimi başka yerlerde aramalıyım. Türk tarafına girseydim daha mı iyi olurdu? Öncelikle orayı denemeliydim. Neden burayı seçtim? Bilemiyorum. Aradan geçen dar sokağı büzüştürüp ikisini birleştirsek diye düşündüğüm anda elinde büyüteç olan bir kadın, sokakta rastladığımız genç kadın, bana doğru yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyor, büyüdükçe attığı kahkahalar büyütecin ardından yankılanıyor. Gözlerim kararıyor. Gözlerim…

Önümde bir bar beliriyor. Tereddüt etmeden içeri dalıyorum. Kuytu bir köşe bulmalı. Kimsenin beni göremeyeceği ama benim herkesi görebileceğim. O kadınla karşılaşmak istemiyorum bir daha. Göz ucuyla çevre masalara serpiştirilmiş insan siluetlerine bakıp garsona düşünüyor numarası yapıyorum. Yukarıda bir kat daha var.  Asma kat. Orada kimseyi göremiyorum. Basık gözüküyor, arka tarafta birkaç masa, bir şömine, sedir, yerlere atılmış kadife minderler olmalı. Giriş katı eğreti. Sokağa bakan, yan yana dizilmiş beş altı tahta masa, sol taraftaki merdivenin yanında iki masa daha… Köşede oturan… Olamaz… Çekik gözleri var, yanında bir kedi… Anlık bir göz ilişmesi sonrası onu fark etmemişim gibi davranarak garsona dönüp “Ben sakin bir yer istiyorum, şöyle... Kalabalıktan uzak…” diyorum.
“Yukarı kata alalım sizi, sakin” diyor garson. Hayal ettiğimi bulamam endişesiyle tereddüt ediyorum ve istemediğimi belirtecek bir şekilde burnumu yukarı kaldırıyorum.
“Nereye isterseniz…” diyor.
“Tamam, o zaman, ben şu köşeye geçeyim” diyorum garsona, Murakami’nin yanındaki masayı işaret ederek.
Duvara yaslanmış uzun bir kanepenin iki ucuna konmuş yuvarlak masalardan boş olanına geçiyorum. Aramızda iki çanta mesafesi boşluk var. Tek bir kanepe olduğunu sanmıştım ama tam ortamızda kenarlara doğru bombeli bordo derinin bir oyuğu var. Demek ki ayrı parçalarda oturuyoruz. Benim oturduğum oldukça rahatsız. Fazla dik. Onunkini bilemiyorum. Çantamı yanıma koyup biraz yana doğru kıvrılarak duvara yaslandığımda kanepe öne doğru hareket ediyor. Ve geriye… Bir öne, bir geriye. Onunki sabit gibi… Zaten okuduğuna o kadar kaptırmış ki kendini, pek de umurunda değil. Birasının konumundan ne okuduğunu göremiyorum.
Garson yanıma geldiğinde, “Kırmızı şarap istiyorum ben, kadeh ne veriyorsunuz?” diyorum.
İki seçenek var, bence ikisi de birbirinden beter. Tamam, Angora, olsun diyorum, garsonun ikinci önerisi üzerine ve üçüncü kadehin daha rahat içilebileceğini düşünerek. O sırada kedi bana miyavlıyor, ama Murakami’nin yanına kimin oturduğunu pek de umursadığı yok, büyük bir dikkatle okumaya devam ediyor. Çantamdan adamın bana verdiği not defterini çıkarıyorum. Garsondan bir kalem istiyorum. Murakami’nin ne zaman bana dönüp bakacağını beklemeye başlıyorum. Mutlaka bakacak. Bakmalı. Ben onun yerinde olsam bakardım. Benim yanımda biri herhangi bir şey okuyorsa ve yazıyorsa mutlaka ne yaptığını anlamaya çalışırım. Bakmıyor.
Kalemle birlikte şarabım önüme geliyor. Sulu kan renginde… İki yudum alıyorum. İyi bir şarap olmadığını biliyordum. Gerçi renginin kötü olması bunun göstergesi değil ama tadı sevdiğim gibi değil işte. Yanına da çerez niyetine ince dilimlenmiş yılan balığı getirdiler. İmgelem dünyam midemi bulandırdı bir an. Şarabı yudumlayınca iç organlarımın mekanikleştiğini ve gövdemin bir tilt makinesi haline geldiğini düşünüyorum. İçime şarap olarak giren bu sıvı aynı renkte, hiç değişime uğramadan çıkacakmış gibi hissediyorum. Sadece adı değişecek. Şarabımdan üçüncü yudumu almamla beraber bardağın içindeki sıvı yarıya iniyor. Belliydi. Benim yudumlarım mı büyük onu bilemiyorum ama bardağın kendisi içine anca bir mandalina alır. Ağzıma bir parça yılan balığı atıyorum. Güzelmiş. Aramızda çok ince bir koltuk ayrığı var. Çantam duruyor tam ortada… Onun çantası yok. Biraz yanaşırsa bacakları benim çantama değmiş olacak.
Aklım sokakta rastladığımız genç kadına takılıyor. Ve adamın, çabuk ol, yoksa sıkılır senden, sözleri. Bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyorum ama ne olduğunu ben de bilmiyorum. Keşke o adamın hikâyesini daha dikkatle dinleseydim. Dinlemiştim ama aklımda kalmamıştı işte. Tek hatırladığım; pırlanta yüzük, başka bir kadın, göründüğü kadar büyük değil…
Etrafıma bakıyorum. Bu mekânda herkes bira içiyor. Murakami dâhil. Bardaklar aynı biçim, yandan kulplu tombul bira bardaklarından. Bir tek ben sulu kan içiyorum. Karşımdaki iki kız arkadaşın birayı yudumlayışları dingin ve huzurlu bir ruh halini anlatıyor sanki. Hesapladım, kızlardan biri kurduğu her dokuz-on cümle ardından bir yudum alıyor bardağından. Karşısındaki pek konuşmuyor. Yine de onunla aynı tempoda hareket ediyor, aslında galiba yudumlara yön veren de o. Dinliyor ve belli aralıklarla bir yudum alıyor, ardından konuşan öteki kız birkaç saniyelik bir farkla kendi birasına yöneliyor. O sırada fark ediyorum, ikisinin de parmaklarında birer yüzük. Hem de benimkinin aynısı. Asabım bozuluyor. O kadar aynı ki yüzük. Tıpatıp aynı. Bardaklarındaki bira yarıya indiği halde köpük duruyor. İkisinin de bardağındaki sıvının seviyesi aynı gözüküyor. Fark bulmak için dikkatle bakıyorum. Aynı. Seviye aynı ama köpükler aynı durmuyor. Birbirleriyle karşılaştırıldığında aynı ama ben baktıkça köpükler ortaya doğru birikiyor. Bu arada içmiyorlar. Bardaktaki köpükler ortada birikip yukarı doğru çıkan beyaz bir kütle oluşturuyor.
“Çok iyi gidiyorsun, devam et…” diye bir ses duyuyorum uzaklardan. O adamın sesi ama kendisini göremiyorum. Etrafıma bakınıyorum tekrardan… “Onlar senin rakibin…” diyor benden uzaklaşan ses.
Rakibim? Benim hiç rakibim olmamıştı ki… Kimseyi kendime rakip olarak görmemiştim ki. Bende bir gariplik vardı belki. Takım çalışmasından da pek haz etmezdim zaten. Bir daha bakıyorum kızlara. Bunlar benim rakibim. “Rakip onlar, rakip, sana zarar verebilirler, onları alt etmelisin” diye başlıyor o adamın sesi tekrarlamaya… Alt etmek? Ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum. Rakip ve üstesinden gelmek… Boks maçlarında yaşanan sahneler geliyor gözümün önüne. Daha fazlasını ne düşünebiliyor, ne de kafamda canlandırabiliyordum şu mekânda.
Ses yine yankılanıyor kulaklarımda… “Salak mısın, aklını başına topla, senin kuyunu kazıyor onlar…” Kuyu? Tek aklıma gelen Murakami karakterlerinin kendilerini bulmak için daldığı kuyular. Orada daima tek başlarına oluyordu karakterler. Bu kızlar nereden çıktı ki?
Garson bana doğru yaklaşıyor.
“Kitap mı yazıyorsunuz?” diyor. Arkasında merakla sırıtarak cevap bekleyen bir garson daha var.
“Yani, yok işte, yazıyorum.”
“Kitap mı?”
“Hayır.”
“Günlük mü yazıyorsunuz?”
“Hayır, günlük değil” diyorum gülümseyerek.
Peki, ne o zaman, demiyor ama kaşlarını kaldırarak sorusuna cevap bekliyor…
“Evet, işte… Yazıyorum ben...”
Garson arkasında elinde kül tablası ile bekleyen meslektaşına dönüp  -oooh gördün mü-  surat ifadesinin ardından bana dönüyor. “İddiaya girmiştik de…” Arkadaşının elinden temiz kül tablasını kapıp önüme bırakırken göz kırpıyor. “Artık sizi rahatsız etmeyeceğiz.”
Karşı masada oturan kızlardan biri tuvalete gitmek için yerinden kalkıyor. Bana doğru yaklaşırken parmağımdaki yüzüğe bakıyor. Diğer kız da kendi yüzüğünü incelemeye koyuluyor. Murakami’den ses yok. Ses değil, en ufak bir hareket yok. Hala okuyor. Çalmaya başlayan bir Beatles şarkısı eşliğinde ayağıyla tempo tutmaya başlıyor.
Yanındaki kedi bana yanaşıyor. “Canım makarna çekti” diyor.
“Ne?”
“Makarna işte, spagetti yapmalısın bana” diyor.
“Burada mı?”
“Ne sandın?”
“Saçmalama!”
Konuşan kedileri okuyunca hoş gelmişti kulağıma ama şimdi karşımda görünce… Bir de makarna yapmalısın bana, diye ısrar eden bu hayvan tüylerimi diken diken ediyor.
Tuvalete gitmek için asma kata çıkıyorum. Aklımda yüzük. Köpük. Parmağıma bakıyorum. Yüzük hala orada. Hissediyorum ama ilk gördüğün andaki kadar net değil. Silinecek gibi duruyor. Sabunla beraber parmağımdan çıkmasını bekliyorum ama bilincinde olduğum ve dikkat ettiğim sürece bunun olmayacağını biliyorum. Tuvaletten çıkıyorum. Karşımda bir masa. Üzerinde dizüstü bilgisayar. Asma katta başka hiçbir şey yok.
“Sen saçmalama. Canım çekti diyorum ya… Yapmazsan kaçar giderim. Sonra beni aramak zorunda kalırsın.”
Sıkıntı... Sıkıntı basıyor üzerime… “Yazarlarla arama mesafe koymayı öğrenmem gerekiyor artık,” diyorum.
“Bana mı söylediniz?” diye kafasını kaldırıyor yanımdaki.
Daha dikkatli bakmalıymışım. O değilmiş. Üzerinde koşucu kıyafetleri olan çekik gözlü bir adam sadece… Haruki Murakami nereden çıktı ki? Benimle konuşan bir kedi de yok ortada.
 “Kedim…” diyor adam. “Kedim gitmiş…” Aceleyle yerinden kalkıp, masama çarparak kendini sokağa atıyor.
O sırada tuvaletten dönen kız, bir zafer edasıyla yerine oturuyor ve yanındaki arkadaşına parmağındaki pırlantayı gösteriyor. Ardından bana bakıp gülmeye başlıyorlar. Elime bakıyorum, aynı yüzük hala parmağımda. Garson, kızlara para üstü getiriyor. Ne ara hesabı istediler bilmiyorum ama aceleyle kalkıp gidiyorlar.
Hemen masanın üzerine bırakmış olduğum cep telefonuma bakıyorum, iki mesaj gelmiş.
Yüzük kaç karat?
Mesajı okuduktan sonra merakla kimden geldiğine baktığımda, isim yerine tanımadığım bir numara görüyorum ekranda. O adam olmalı. Bana git, yaz, diyen adam.
Hemen diğer mesajı açıyorum.
Yüzük kaç karat?
Aynı numara. Genelde cep telefonuna gelen mesajları kayıtlı tutmam. Ya anında silerim, ya da cevap verdiysem, en fazla birkaç gün bekletir, belli aralıklarla mesaj kutusunun temizliğini yaparım. Bu sebeple, geldiklerinden hiçbir zaman tam olarak emin olamam. Yüzük? Karat? Yanlış gelmiş olabilir elbet ama…
Çünkü kadın… Yatağına uzandığında…
Gözlerim ağırlaşıyor. Biraz daha dayanmalıyım. En azından biraz daha… Gelecek. Beni almaya gelecek.
Yatağına uzandığında… Büyüteç… Başka bir yüzük…
Telefonuma bir mesaj daha geliyor. Farklı bir numaradan bu defa…
Yüzük göründüğü kadar büyük değildi.
Sokakta rastladığımız genç kadın nefes nefese dalıyor bardan içeri. “Hesabı alabilir miyiz, lütfen!” diyor ve bıkkın bir ifadeyle bana bakıyor. Telefonum çalıyor… Erkek arkadaşım. “Neredesin? Saatlerdir seni arıyorum, açmıyorsun,” diyor.


EPİLOG


Ölçüyü üç kadeh olarak ele aldık fakat içilen ve içilmeye devam edilecek sonsuz sayıda kadehin hesabını tutamayız. Yazılı metnimize geçici bir son vermeliyiz. Öykümüz için uygun bayan arayışımız ve seçmelerimiz devam edecektir.

Aylin


No comments:

Post a Comment